Photobucket

22 Kasım 2020 Pazar

MUHIMMAT DEPOSU

 


ECNEBİ


YERLİ & MİLLİ



14 Nisan 2020 Salı

Dave Prowse (Darth Vader) Röportajı - Eylül 2010

"Darth Vader ne?" diyorsan hemen kapat bu sayfayı! Ya da dur ya, kapatma, zira röportaj içinde Stanley Kubrick, Superman falan da var, okuyabilirsin :)

2010 yazıydı, o zamanlar çıkan 46 dergisinin editörü Eren Erdem aradı ve şöyle bir sohbet oldu:

- Dave Prowse ile röportaj yapar mısın?
- Yapmaz mıyım lan?? Süper!
- Şu ana kadar aradığım 4. kişisin ve "Dave Prowse kim?" demediğin için bu röportajı sen yap abi.

Aynen bu şekilde kaptım röportajı. JBC Yayıncılık tarafından piyasaya çıkan Darth Vader dergisinin ilk sayısı için yapılan tanıtım partisine davetli olarak serinin esas üçlemesinde Darth Vader'ı canlandıran Dave Prowse gelmişti, kendisiyle Mehmet Turgut'un stüdyosunda güzel bir röportaj yaptık.

Ünlü fotoğrafçı Mehmet Turgut tarafından yayınlanan 46 dergisi için 2 röportaj yaptım, diğeri de Alman Punk grubu Die Toten Hosen ile oldu. İkisi de aynı sayıda yayınlandı. Kasım 2010'da yayınlanan bu sayının ismi Black Edition olduğu için röportaj yapılan kişilerin hayatlarındaki karanlık zamanları da soruyorduk, o yüzden röportajda böyle bir soru da var.

Röportajdan tek fotoğrafımız :(

Bu röportaj için Eren Erdem, Ertan Ergil, Mehmet Turgut ve Mert Yıldız'a teşekkür ederim. Ayrıca, basılı dergiden yazıyı bilgisayara aktarmama yardım eden Levent Büyükünal'a da teşekkür ederim.


KARANLIKLAR LORDU
DARTH VADER / DAVE PROWSE

Dünyada ilk kez yayınlanan Darth Vader çizgi romanının tanıtımı için JBC Yayıncılık'ın davetlisi olarak İstanbul'a gelen Dave Prowse, yani Darth Vader'in içindeki adam, 46 ofisindeydi. Şimdi bir düşünün bakalım, karanlıklar lordu Darth Vader'i kaç kez sorgu sandalyesine oturtmak istediniz? Kaç kez bu karakteri canlandıran adamın özelini merak ettiniz?



BURADA GALİBA KIMSENİN BİRBİRİNE SAYGISI YOK 

Öncelikle Türkiye ye hoşgeldin. ilk gelişin mi?

Hayır, geçen yıl gelmiştim, Göcek'te tatil yapmıştım, bu ikinci ama İstanbul'a ilk kez geldim.

Şehri gezme fırsatın oldu mu? 

Çok gezdim, birçok yere arabayla gittik ama inip de gezme fırsatım olmadı, İngiltere'ye 2 gün sonra döneceğim, o yüzden yarın gezmeyi planlıyorum. Sadece şunu söyleyebilirim ki İstanbul şoförlerinin tarzı beni fazlasıyla korkuttu. Burada galiba kimsenin birbirine saygısı yok, kimsenin bir diğerine yol vermek gibi bir fikri yok. Herkes yolun kendisine ait olduğunu sanıyor! 50 yıldan fazladır araba sürüyorum, böyle bir teknik dünyanın hiçbir yerinde görmedim.

Biz yollarda Formula 1 pilotları yetiştiriyoruz! 

Doğrudur!

Peki o halde, hızlı başlayan sohbete yayınlanan çizgi romandan bahsederek devam edelim. Beğendin mi?

Çok beğendim gerçekten güzel bir çalışma ve üzerinde uğraşılmış. Klas bir çalışma, böyle güzel bir eserde adınızın geçiyor oluşu çok mutluluk verici. Önceden gazete kağıdına falan basılacağını düşünüyordum, bu kadar kaliteli bir baskı olacağını da hiç düşünmemiştim. JBC yayıncılık gerçekten de iyi iş çıkarmış diye düşünüyorum. Ayrıca, basta Ertan Ergil olmak üzere bütün JBC Yayıncılık ailesine teşekkür etmek isterim. İstanbul'a gelmem için çok uğraştılar ve şu an burada kendilerinden çok güzel misafirperverlik görüyorum.

Foto: Mehmet Turgut

BEN BİR AKTÖR DEĞİLİM 

Biz de ilk gördüğümüzde çok heyecanlandık zaten. Star Wars macerası başta olmak üzere hayat hikayeni senden dinlesek? Örneğin, oyunculuk işine nasıl girdin? 

Öncelikle şunu belirtmem lazım, ben bir aktör, oyuncu değilim. Çünkü filmlerde oyunculuğumdan çok vücudum kullanıldı! Oyunculuk maceram ise çok ilginç bir şekilde başladı. Ben esasta vücutçuyum. 15 yaşındayken Mr. Universe olmak istiyordum, 25 yaşına geldiğimde Mr. Universe'e katılabildim. Daha sonra haltere başladım. 15 ay içerisinde İngiltere ağır siklet şampiyonu oldum.

Bu boyla biraz zor değil mi? Zira biz hep kısa boylu haltercilere alışığız...

Dediğin doğru, uzun boy halter için büyük dezavantaj ama bazı konularda da büyük avantaj. Halteri yerden çekerken buyuk avantaj ama özellikle koparmada halteri omuz hizanızdan yukarı kaldırırken büyük bir dezavantaj oluyor. 1961'de İngiltere 3.sü, 1962'de ise şampiyon oldum. 1964'te olimpiyatlara hazırlanıyordum fakat olimpiyatlara gitmemize kısa bir süre kala halter federasyonu bütçesi olmadığını söyleyerek bizi göndermedi. Ben de bunun üzerine vücut geliştirme, halter gibi bilgilerimi profesyonel anlamda kullanmaya karar verdim.

Kullanabildin mi? 

Evet, hatta vücut geliştirme aletleri satan bir firmanın satış müdürü oldum. Buraya gelirken o firmanın (WIEDER) şubesini gördüm İstanbul'da! Bütün Britanya'yı gezdim, vücut geliştirme aletleri, hapları, destekleyici ürünlerini sattım. Aynıca, Mayfair isimli bir spor salonunda çalışmalarıma devam ediyordum, bu salon aynca bir dublör ajansına bağlıydı. Bu ajanstan bir yetkili bana gösteri dünyasına girmek isteyip istemediğimi sordu. Ben de daha önce hiç oyunculuk yapmadım, bilemem dedim. "Sen dert etme" dedi ve bir kaç hafta sonra bana bir iş teklifinde bulundu. Mermaid isimli büyük bir tiyatro salonunda oynanacak bir oyuna gönderdi beni. Oyunun yönetmeni Bernard Myles, ki çok önemli bir tiyatrocudur, 'Don't Let Summer Come' isimli oyunun sonunda başrol oyuncusu yatak üzerindeyken ölüyor ve öldüğü anlaşılsın diye vücudunun havaya kalkması gerekiyordu. Birkaç mekanik düzenek kurmaya kalkışmışlar ama istedikleri şekilde olmayınca güçlü bir adama yaptıralım bunu demişler.

Ve sen kabul ettin... 

Evet! Baktım aktör çok da cüsseli ve ağır değil kabul ettim. Provalarda nereden tutacağımı falan sordum ve oyunda bu sahneyi canlandırdım. Oyunun bana çok büyük bir faydası oldu, oyuncular sendikasına girdim. Çünkü tiyatroda oynayabilmeniz için oyuncular sendikasına üye olmanız gerekiyordu. İşin ilginci, sendikaya girmek için de bir oyunda oynamanız gerekiyordu. Bu yüzden bu oyun bir anlamda hayatımın yönünü değiştirdi. Bir kartopunun yuvarlanıp çığ haline gelmesi gibi.

Sonrasında Championship diye bir dizi vardı galiba? 

The Champions, öyle bir tv programımız oldu.

Green Cross Code? 

Ha, o daha sonra, 'Star Wars' zamanı oldu o.



EGER STANLEY KUBRICK İLE ÇALIŞABİLMİŞSENİZ HERKESLE ÇALIŞABİLİRSİNİZ

O zaman sırayla gidersek Clockwork Orange var sırada? 

Evet! Clockwork Orange kariyerimdeki en önemli adımdı. 1970'te çekildi ve 1971'de vizyona girdi. Ardından Stanley Kubrick ölüm tehditleri üzerine filmi vizyondan çekti ve "Kimse bu filmi bir daha göremez!" dedi. Ama işin ilginci, George Lucas bu filmi seyretmiş ve beni orada görmüş. Star Wars'un cast seçimleri sırasında 20th Century Fox'un Londra şubesine beni sormuş, bana ulaşmalarını söylemiş. Tesadüfen oradaki yetkili de beni tanıdığından anında bana ulaştılar. Kendisiyle görüştüm, bana Star Wars'dan bahsetti ve bu filmde beni iki rol için uygun bulduğunu söyledi. Ben de hangi roller diye sorunca, birincisi Chewbacca dedi. tabi ki "O da ne?" diye sordum. "Bol tüylü bir goril" dedi. O an hayal kırıklığına uğradım, 3 ay boyunca goril kostümüyle dolaşmak, bana pek iç açıcı gelmedi!

Sonra?

Diğer karakteri sordum o da “Darth Vader adında, filmin en kötü karakteri" dedi. Ben de "Kötü karakteri oynarım ben" dedim ve böylece Darth Vader oldum!

Star Wars ile ilgili konuşmaya devam edeceğiz ama hazır konusu açılmışken biraz Clockwork Orange ve Stanley Kubrick hakkında konuşabilir miyiz?

Tabii ki, sevinirim, çok saygı duyduğum biridir.

Peki, Stanley Kubrick gibi bir ustayla çalışmak nasıl bir şey? 

Stanley Kubrick filminde, kısa bir rolde bile olsa, oynamış olmak çok önemli bir referans. Kendisi çalışılması çok zor bir yönetmen. Eğer Stanley Kubrick ile çalışabilmişseniz, herkesle çalışabilirsiniz! Çok ilginç bir insandı. Bir sahneyi 20. kez çekmeden içi rahat etmezdi.  Bir de çok şanslı bir insan, çünkü camiada büyük saygı gören bir kişi olduğundan istediğini rahatlıkla yapabiliyordu. Bütün oyuncular onunla çalışmak istediğinden istediği oyuncuyu seçme şansı vardı. Film şirketleri de onun yaptıklarına inandığından ne ekonomi ne de zaman konusunda sıkıntı çekmiyordu. Bütün bu şartlar altında tabii ki kötü bir film yapamazsınız. Stanley Kubrick ile ilgili söyleyebileceğim bir diğer şey de herkesin ondan korktuğudur. Tekrar tekrar çekimlere kimse gıkını çıkaramazdı. Birçok oyuncuyu ağlattığını gördüm!

Seni de ağlattı mı?

Hayır tabii ki!

Kimi ağlattı mesela?

John Savident'i mesela! Clockwork Orange'in çekimlerinde bilardo toplarını deliğe sokmaya çalışıyordu, 20'den fazla çekildi sahne. Artık John öyle çıldırmıştı ki bir ara bilardo masasına yaslanıp hüngür hüngür ağladığını gördüm! Ama Stanley böyle zor çalışan bir adamdı. Benim Malcolm McDowell'i taşıdığım sahneyi durmadan tekrarladı, sonrasında kollarım 3 gün ağrıdı! Ona rağmen beni başka bir sahne için çağırdılar ve Patrick Magee'yi tekerlekli sandalyesiyle taşımam gerektiğini söyledi. Patrick en az 80 kiloydu, tekerlekli sandalye de nereden baksan 30 kilo eder. Stanley'e sordum "Patrick'i merdivenlerden indireceğim, onu yere koyacağım, sonra da masaya mı koyacağım", o da "Evet, tabii" dedi. O anda delirdim ama yapacak bir şey yoktu. 6 veya 8 çekim yapıldı o sahne için.

Clockwork Orange'da Dave Prowse'un olduğu sahneler

Çok zor bir çalışma şekli... 

Evet öyle, ama sonrasında Stanley ile iyi arkadaş olduk hatta arada bir evine gider çay içer, sohbet ederdik. Ardından Full Metal Jacket'i çekeceği zaman beni aradı, "Sizin spor salonunda güneş banyosu var mı?” diye sordu. "Var, niye?" dedim o da "Film Vietnam'da geçiyor ama İngiltere'de çekilecek ve 4 aktör bembeyaz geliyor, onların bronzlaşmış olması lazım!" dedi, aktörleri spor salonumuza gönderdi ve her gün güneş banyosuna soktuk. Birkaç haftada istediği hale gelmişlerdi.

Clockwork Orange'da oyuncular teatral oyunculuk sergiliyordu ama senin rolün çok doğaldı. O mu böyle istedi? 

Benim oyunculuğumda bir diyalog falan yoktu. Bir de ben hiç drama eğitimi almadım. Sonuçta sinema sektörüne vücutçuluk ve haltercilikten geldim. Biri bana sen bir aktörsün dediğinde "Yo, ben aktör değil hiçbir zaman da aktör olmadım" derim. Çok önemli filmlerin içinde irili ufaklı rollerde yer alma şansım oldu, o kadar. Bir keresinde kısa metrajlı bir filmde oynamıştım, bir gün yönetmen aradı ve bir yarışmada en ivi yardımcı erkek oyuncu adayı olduğumu söyledi! Çok saçmaydı!

Foto: Mehmet Turgut

CHEWBACCAYI KOCAAYAK SANIP VURABİLİRLERDİ!

Star Wars'a dönersek, birkaç önemli sahneyi konuşmak isterim. Örneğin, A New Hope'un ilk sahnesinde bir asiyi boynundan tutup havaya kaldırıyordun. Bir yerde bunu gerçekten yaptığını okumuştum. Doğru mu? 

Hayır tabi ki istesem yapabilirdim ama tehlikeli bir hareket o. Oradaki aktör normalde bir sandalye üzerindeydi. Ayaklarının göründüğü sahnede de onu omuzlarından kaldırmıştım. 

Empire Strikes Back'in sonundaki ışın kılıcı sahnesinde Luke'a "Ben senin babanım" dediğin sahnede başka bir şey demişsin? 

Evet, filmin galasına gidene kadar Luke'un babasını canlandırdığımı bilmiyordum. O sahnede ona "Babanı ben öldürdüm" diyordum ama James Earl Jones orayı seslendirirken "Ben senin babanım" olarak seslendirmiş.

Mark Hamill biliyor muydu? 

Mark biliyormuş.

Niye böyle bir şey yapmışlar? 

Bunu bir sır olarak tutmak istiyorlardı ve ben o sıralar çok röportaj verdiğimden dolayı benden ve birçok oyuncudan bunu gizlemişler,

Zaten Return of the Jedi'ın Endor sahnelerinin çekildiği sette de bütün her şeyin üstünde 'Blue Harvest' yazılıymış, çevre halkı orada Star Wars'un çekildiğini bilmesin diye... 

Evet, ben görmedim o çekimleri ama öyleymiş. Çünkü Darth Vaderli sahneler hep stüdyoda çekildi. Ama şeyi biliyorum; Endor sahneleri California'da bir ormanda çekildi ve Peter Matthew'ı Chewbacca kostümü içindeyken çok uzaklara gitme diye uyarmışlar. Çevredekiler onu Kocaayak veya Yeti sanıp vurabilirler diye!

Return of the Jedi'nin sonlarında Luke Darth Vader'in miğferini çıkarır ve Anakin görünür. Ama orada da sen görünmüyorsun. Sebastian Shaw'u görüyoruz. 

Bunun olacağını duyduğumda biraz endişelendim. Yıllardır içinde oynadığım karakterin yüzünün başka biri olacak olması benim canımı fazla sıktı. Sebastian, Alec Guiness'in çok yakın arkadaşı, o yüzden o role seçildi. Ama sonrasında şöyle düşündüm, Sebastian'a öyle bir makyaj yapılmıştı ki, tanınmayacak haldeydi. Eğer ben olsaydım ben de tanınmayacaktım.

Ben de Sebastian Shaw'un normal fotoğraflarını görünce tanımadım, hatta onun Anakin olduğunu farketmem uzun sürdü! Önceden biliyor muydun bu durumu? Çekimler sırasında mı öğrendin? Ayrıca bu sahnenin seninle çekilmiş hali de var mı?

Önceden biliyordum tabii ki. Benimle deneme çekimleri yapılmadı. Ama ikinci bölümde bir sahne vardır miğferin Darth Vader'in kafasına yerleştirildiği, arkadan çekim. Oradaki kafa benim.

Star Wars'da çok iyi oyuncular var. Ama seriden sonra Harrison Ford hariç kimse ilerleyemedi. Nedeni ne olabilir? 

Prodüktörler ve yönetmenler bazı karakterlerin üzerine oturduğu insanlarla çalışmak istemeyebilir. Bir film çekiyorsunuz, orada Mark Hamill'i değil, Luke Skywalker'ı oynatıyorsunuz aslında, o yüzden olabilir. Harrison'ın şansı hemen sonrasında Indiana Jones'u oynayarak üstündeki Han Solo imajını kaldırtmış olmasıdır.

Retum of the Jedi' bittiğinde ne hissettin? Yıllarca süren bir çalışma sona eriyor... 

Film bittiğinde işim hazırdı, 14 yıl boyunca ilkokul çocukları için yapılan bir kampanyada çalıştım. Okulları gezip trafik bilgileri verdik. Çocuklar benim Darth Vader'i canlandırdığımı biliyorlardı, o yüzden de sorular trafik ile ilgili değil, Star Wars ve Darth Vader ile ilgili oluyordu!

Ha ha kaçınılmaz son! Peki kötü bir karakter ve kahramanı ayn anda oynamak nasıl bir şey? 

Şahane! Belki de o yüzden daha çok tanındım.



HAYATIMDA HİCBİR SEY İCİN KENDİMİ YORMADIM, UĞRAŞMADIM, SUPERMAN ROLÜ  İÇİN UĞRAŞTIĞIM KADAR

Yeni öğrendiğim bir şey var; Superman'in kadrosundaymışsın ama olmamış... 

Yok, kadrosunda olmadım

Wikipedia'da okudum... 

Söyle diyeyim, hayatımda hayatımda hiçbir şey için kendimi yormadım, uğraşmadım, Superman rolü için uğraştığım kadar.

Nasıl? 

Superman Ingiltere'deki Shepperton stüdyolarında çekildi. Çok yakın bir dostum olan Leslie Binder (yönetmen ve agent) bana Superman yapım ekibinin Shepperton stüdyolarında çalışmalara başladığını söyledi. Ben de gidip bir şansımı denemek istedim, çok güzel bir şey olabilirdi. Hatta bana tanıdığı bazı kişilerin kontağını verdi, özellikle prodüktörler Pierre Spengler ve Ilya Salkind'in. Kalktım, gittim, kapıyı çaldım, kısa boylu bir adam açtı kapıyı. Pierre ile görüşmek istediğimi söyledim, "Fransa'da, başka görmek istediğin biri var mı?" dedi. Ben de Ilya Salkind'i görmek isterim deyince “Benim” dedi! Büyük rezalet! Ne istediğimi sordu, ben de 'Superman' rolü için geldiğimi söyledim, o da “Kendin için mi?" dedi, “Evet" dedim. "Yok olmaz, imkansız" dedi. Niye dedim? Bütün ölçülere, tipe falan uyuyorum. "Olmaz, çünkü sen İngilizsin" dedi. Superman karakteri bir Amerikan karakteri ve kesinlikle Amerikalı bir aktör tarafından canlandırılmalıymış! Ama benim vazgeçmeye niyetim yoktu, casting ajansı ile görüştüm, orada da aynı şeyi söylediler. Leslie ye döndüm tekrar, bana yönetmen Dick (Richard) Donner'i görmem gerektiğini söyledi. Daha önceden bir ruj reklamında oynamıştım, o reklamda Superman rolündeydim ve Louis Lane'i taşıyordum. En sonunda "Dudakların çok parlak" diyordum. O reklamın fotoğraflarını falan götürdüm. Dick fotoğraflara baktı "Şahane, fantastik, muazzam" dedikçe ben havaya girdim tabii. En sonunda “Ama seni oynatamayız" dedi, "Niye?" dedim, "Amerikalı değilsin, ondan" dedi! Ama bir hafta sonra Dick aradı ve stüdyoya çağırdı, "işi kaptım!" diye fırladım ama beni Christopher Reeve ile tanıştırdı ve rol için biraz zayıf olduğunu söyledi, en kısa sürede nasıl vücudunu geliştirebileceğimizi sordu. Ben de "Nasıl gözükmesi gerekiyor" deyince "Senin gibi" dedi. Dayanamadım "Ben oynayayım ya" dedim, yine Amerika eveleme gevelemesi başladı. Christopher'i 6 haftada istediği hale getirdik.

Peki onu çalıştırırken nasıl hissediyordun? Kızgın? 

Yok, çok nazik ve çalışkan biriydi, iyi anlaştık ve sıkı çalıştık.

Bu Amerikan - İngiliz çekişmesi yüzünden mi İngiliz milliyetçi partisine üye oldun? 

Hahaha! Evet!

Hatta galiba geçen yıl 4 Haziran'da gerçekleşen AB referandumu hakkında önceden "May The June 4th Be With You" (Star Wars filminde ki “May The Force Be With You" repliğine gönderme olarak)... 

Hayır, demedim, o başka birinin uydurması. Ama ben AB'ye karşıyım çünkü İngiltere'ye hiç katkısı olmadı ve günde 2 milyon pound veriyoruz. Ben bir kaç yerde böyle konuşunca benden rica ettiler bir iki röportaj vereyim diye ben de kabul ettim, fikrimi açıkladım.



STAR WARS İLE HAYATIM TAMAMEN DEĞİŞTİ. BANA ÇOK GÜZEL BİR HAYAT VERDİ. STAR WARS BULUŞMALARI İÇİN DÜNYAYI GEZİYORUM, DAHA NE İSTEYEYİM?

Peki hayatında hiç karanlık, kötü dönemler oldu mu? Star Wars'daki karanlık taraftan bahsetmiyorum tabii. Örneğin bu başarısızlıkla sonuçlanan 'Superman' girişimin?

Hahaha! Olabilir ama çok da değil. İnsanin hayatında inişli, çıkışlı dönemler olabilir. Sonuçta ben çok iyimser bir insanım, hep olayların pozitif yanına bakarım. (Bu sırada Monthy Pyton'dan 'Always Look On The Bright Side Of Life'ı söyledi) Hep parlak yanına bakarım hayatın. Star Wars' ile hayatım tamamen değişti, bana çok güzel bir hayat verdi. Güzel bir eşim, çocuklarım ve torunlarım var. Star Wars buluşmaları için dünyayı geziyorum! Daha ne isteyeyim? Ama son yıllarda yaşın getirdiği sebeplerle biraz fiziksel sıkıntılar çekmeye başladım. Özellikle sağ bacağımdan. Her gün bacağıma pansuman yapılıyor. Hatta normalde mayısta gelecektim İstanbul'a ama bu rahatsızlık yüzünden gelememiştim. Belki de tek sorunum budur. 

Umarız tek sorunun budur ve en kısa sürede iyileşirsin. Bu röportaj için çok teşekkür ederim. 

Ben de teşekkür ederim, röportajın basılı halini de okumak isterim. 

Türkçe olacak ama!

Çevirisini yollarsınız artık.

Tabii ki!








2 Ekim 2018 Salı

DIE TOTEN HOSEN ile İstanbul'da röportaj (30 Eylül 2010)

2010 yılında çok enteresan bir konser için İstanbul'a gelen Alman efsanesi DIE TOTEN HOSEN ile nefis bir röportaj yapmıştım. Yıllar sonra buldum, şimdi sizlerle paylaşıyorum. Bu nefis röportajın gerçekleşmesinde katkıları bulunan sayın Eren Erdem'e teşekkürler ederim.

ERDEM ÇAPAR



30 Eylül 2010 gecesi Türkiye Rock’n’Roll tarihi için çok ilginç bir gece oldu. Zira, o gece Kuruçeşme Arena’da bulunanlar karanlıklar prensini izlerken, Bronx Pi Sahne’de bulunan bir avuç T.C. vatandaşı da Alman Punk Rock ortamının en baba grubunu izlediler.

En baba grubu diyorum, çünkü Die Toten Hosen Almanca konuşulan ülkelerde arenalarda, stadyumlarda çalan, çıktıkları festivallerde headliner olarak sahne alan bir grup. Kapalı gişe olmasına rağmen bir avuç T.C. vatandaşı izledi diyorum, çünkü konserde seyircinin neredeyse %90’ı Alman’dı! Hatta, sırf bu konser için İstanbul’a gelmiş olan bir Brezilyalı ile de tanıştım. Bu insanları buraya toplayan şey ise paragrafın başında belirttiğim gibi stadyumlarda, arenalarda çalan Die Toten Hosen’in İstanbul’da bir kulüp konseri verecek olmasıydı. Konser duyurulduğundan beri kafamı en çok kurcalayan bu konuyu ve merak ettiğim diğer birkaç konuyu sormak için konserden saatler önce Bronx Pi Sahne’ye geldik. 16 yıl aradan sonra Türkiye’de ikinci kez çalan Die Toten Hosen’ın karizmatik solisti Campino, sorularımıza ilginç cevaplar verdi, ardından da grup arkadaşlarıyla birlikte Mehmet Turgut’un objektiflerine mankenlik yaptı!



“16 yıl sonra tekrar bu şehirde çalacak olmak çok heyecan verici”

Öncelikle 16 yıl aradan sonra tekrar İstanbul’a hoş geldiniz.

Teşekkürler, 16 yıl sonra tekrar bu şehirde çalacak olmak çok heyecan verici.

Bence de! Öncelikle bu konser hakkında ilginç bir şey anlatmak istiyorum. Yaklaşık 6 hafta önce evde Jagermeister içerken sizin geyik şarkınız 10 Kleine Jagermeister’i dinleyeyim dedim. Ardından, başta Wunsch Dir Was olmak üzere bir sürü Die Toten Hosen şarkısı dinledim ve sızdım. Sabah kalktığımda twitter’de bu konserin duyurusunu gördüm! Bir an için kamera şakası sanmıştım ama gerçekmiş!

Yani bu konser tamamen senin suçun! Çok Jagermeister içmişsin!

O yüzden karar aldım izlemeyi istediğim gruplar olduğu zaman geceleri içki içip sadece onlar dinleyeceğim. Tutar mı bu yöntem sence?

Olabilir, neden olmasın?

Ama bunun tam tersi bir şey yıllar önce olmuştu. Yine sizin oralardan The Bates’i yıllardır dinlemediğimi fark edip, bir gece evde sadece The Bates dinledim. Ertesi gün ise grubun solisti Zimbl’ın aşırı dozdan öldüğünü öğrenmiştim.

Ne???

Evet, aynen böyle oldu! Demek bu kez siz çok şanslısınız.

Lütfen grubumu bir daha dinleme!

Ama olmaz ki!

En azından çok ara verme, her fırsatta dinle bizi.

O olur bak.

Çok tehlikeli bir adama benziyorsun!




“Sanırım kariyerim boyunca yapmış olduğum en boktan duyuruyu 1994’te İstanbul’da yaptım!”

Neyse, röportaja dönelim bari, 16 yıl aradan sonra İstanbul’da çalacaksınız*, ilk konseri hatırlıyor musun?

Evet, hatırlıyorum. Çok büyüm bir amfi tiyatroydu ve arkamızda İstanbul Boğazı vardı. Bizim için büyük bir maceraydı. Çok kalabalık bir konserdi, seyirci deliydi resmen! Hatırladığım kadarıyla o dönem Türkiye’ye çok fazla rock grubu gelmiyormuş. Ama şimdi ise çok sık konserler oluyor ve sanırım şimdi tamamen değişik bir jenerasyon var burada. O yüzden bu gece burada değişik bir ortam bekliyorum.

Şu an yanımdaki arkadaşım Oğuz ve ben, ikimiz de 1994’teki konserdeydik.

Oooo, 16 yıl öncesinden 2 seyircimiz var yani!

Bildiğim kadarıyla bir kişi daha olacak. Yani üç kişiyiz! Peki, 1994’teki konserden sonra olanları hatırlıyor musun?

Hatırlamaz olur muyum? Konserdeki güvenlik seyircilere biraz sert davranıyordu. Ben de konserin sonlarına doğru gaza gelip seyircileri sahneye çağırma gafletinde bulundum! Sanırım kariyerim boyunca yapmış olduğum en boktan duyuru budur! Güvenlik çekildi, bir anda sahne tıklım tıklım oldu ve seyirci sahnede ne bulduysa alıp gitmeye başladı! 2 dakika içinde konser bitmişti çünkü sahnedeki bir çok şey çalınmıştı!

Sahnede kullanılan ziller, anfiler sizin miydi yoksa kiralık mıydı?

Bazıları bizimdi ama taşıma sorunları yüzünden büyük çoğunluğu buradan kiralanmıştı. O yüzden çalınan bir çok şeyin parasını cebimizden ödedik, sonuçta benim hatamdı her şey. Ama yine de hayatımızdaki en güzel konserlerden biriydi.

Ben de sahnedeydim ama hiç birşey çalmadım.

Tabi tabi, inanıyorum sana dostum.



“Bu yaşa geldik hala müziğimizle dünyayı gezmek, yeni yerler keşfetmek istiyoruz”

Yemin ederim! Neyse, bu geceki konser duyurulduğunda doğruluğuna inanmak için websitenize girdim ve çok ilginç bir turneye çıktığınızı gördüm. Önce birkaç Orta Asya ülkesi ardından Arap Yarımadası konserleri. Nereden çıktı bu turne? Çok alışılageldik bir turne değil.

Biz de bilmiyoruz!

Siz mi istediniz böyle ilginç bir turne yapmak?

Evet, bu yaşa geldik hala müziğimizle dünyayı gezmek, yeni yerler keşfetmek istiyoruz. Bu yüzden önce Orta Asya turnesi planlandı. Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’a gidecektik. Fakat Kırgızistan dışişleri bakanlığı bize izin vermedi. O yüzden o konser iptal oldu. Turnede boşluk oluştu. ;Tacikistan’dan Ürdün’e direkt uçuş yoktu, İstanbul aktarmalı uçmamız gerekiyordu ve bir gece İstanbul’da kalmamız gerekiyordu. Biz de madem bir gece İstanbul’da kalacağız, niye orada da çalmayalım dedik ve bu konser düzenlendi! Arap Yarımadası konserlerinden sonraya da uzun süredir yapmayı istediğimiz Polonya konserlerini ekledik. Böylece, hayatımızda çıkmış olduğumuz en ilginç turneye çıkmış olduk, çünkü her gün ilginç şeyler yaşıyoruz! Özellikle Orta Asya’da büyük maceralar yaşadık!

Nasıl? Anlatamayacağınız şeyler mi?

Hayır! Sadece oralar çok karışık. Mesela, Özbekistan ile Tacikistan’ın arası pek iyi değilmiş, o yüzden iki ülke arasında uçak veya tren yok. Sınıra kadar otobüsle gittik ve sınırda otobüsümüzü değiştirmek zorundaydık çünkü Özbek araçlarını Tacikistan’a sokmuyorlardı. Bütün aletlerimizi, bavullarımızı elimizde taşıdık. Tarafsız Bölge’de 800 metre bütün her şeyi taşıdık. Sınırda 4 saat vakit harcadık. Orada her polis memuru kendi alanının kralı gibiydi. Rüşvet alıyorlar, istedikleri gibi davranıyorlar. Tek şanslı olduğumuz nokta yanımızda Alman konsolosluğundan yetkililer vardı, biz de paramızı ve eşyalarımızı o araca koyduk, çünkü o araca dokunamazlardı. En azından değerli şeyleri öyle koruduk ve taşıdık.

Çok ilginç!

Evet, ayrıca konserlerde de ilginç şeyler olmadı değil. Bir konserde 3bin kadar seyirci vardı, 500’den fazla da polis! Tacikistan’da konser sırasında polis gelip konseri durdurdu. Sonrasında devam ettik ama sıkıntılı bir geceydi.

O zaman bu gece sizin için rahat bir konser olacak.

Evet, şu ana kadar her şey yolunda.



“Eskiden aptaldık ama güzel görünüyorduk. Şimdi ise sadece aptalız!”

Son albümünüz In Aller Stelle’in ana teması enerji, güçlü olmak. Niye böyle bir tema işlediniz. “Yaşlar ilerledi ama hala genciz” mesajı vermek için mi?

Evet, bunun gibi bir şey. Birkaç yıl aradan sonra yeni albüm yapıyorduk ve insanlara hala burada olduğumuzu göstermek istedik. Eskiden aptaldık ama güzel görünüyorduk. Şimdi ise sadece aptalız!

Rock Am Ring DVD’nizi izlediğimde 2 saatten fazla Punk rock çalıyorsunuz, durmuyorsunuz ve kendi kendime “bu adamlar 40 yaşlarındalar!” dedim.


Evet, sanırım hiçbir zaman olgun insanlar olarak davranmayı öğrenemeyeceğiz.

Peki, o festivalde bir şarkıda sahnenin çatısına tırmandın. 10 metreden daha yüksek bir yere tırmanırken hiç korkmadın mı?

Biz sahnede ne yapacağımızı hiç konuşmayız, bir strateji veya koreografimiz yok. Her şey doğaçlamadır. O yüzden sahnede bazı şeyleri yaparken bir sonraki adımı pek düşünmüyoruz. Bu yaşta öyle bir şey yapmak delilik ama durduramıyoruz kendimizi.



“1997 yılındaki özel bininci konserimizi vermemiş olmayı tercih ederdik”

Bunca yıl içerisinde hep ilginç maceralar, eğlenceli anlar geçirmişsiniz, hiç karanlık, depresif döneminiz olmadı mı? Yani, içinden çıkılamayacak kadar ağır bir dönem, “bırakalım artık” dediğiniz bir dönem olmadı mı?

Tabi ki yaşadık. Özellikle, 1997’de 1.000. konserimizi verirken, bunun çok önemli bir şey olmasını istemiştik. Kariyerimizin o ana kadar ki en önemli anı olmalıydı. Büyük bir konser düzenledik, konser TV ve radyodan canlı yayınlanacaktı. Bu geceyi milyonlarca insan izleyecekti. Ve o izdihamda kötü bir şey oldu ve hayranlarımızdan biri ezilerek hayatını kaybetti. Bu haberi aldığımızda yıkılmıştık. Çünkü, ne olursa olsun onun ölümünün sorumlusu bizdik. Bu konser olmasaydı şu an hala hayatta olacaktı. Konserden sonra uzun süre kendimize gelemedik. Hatta, bir araya bile gelirken zorlandık. 6 ay kadar bir araya gelip müzik bile yapamadık. Sanırım, kariyerimizin en kötü dönemi budur. Daha öncesinde uyuşturucu problemler, alkol problemleri yaşamış olsak da bu trajedi bizim kariyerimizin en kötü, en karanlık olayıdır.

Bu kadar ağır bir konuya gireceğimizi hiç tahmin etmemiştim.

Biz de heyecanla beklediğimiz o gecenin böyle kötü sonlanacağını tahmin edemezdik. Uyuşturucu, alkol ve başka her türlü sıkıntıyı yaşamak zorundaydık, onlar bu işin bir parçası. Ama o bininci konseri yaşamamış olmayı tercih ederdik.

Dürüstçe söylemek gerekirse, ben buraya gelirken en karanlık dönemleriniz arasında Bayern adlı şarkıyı yayınladığınız dönem olacağını düşünmüştüm. (Die Toten Hosen koyu bir Fortuna Düsseldorf taraftarı ve Bayern München’i hiç sevmediklerinden Bayern isimli bir şarkı yazdılar. Nakaratı da “Her şey olabilir ama asla Bayern’de oynamam”)

O dönem baya sıkıntı çektik, sadece Münih’te değil bir çok şehirde başımız belaya girdi. Şarkıyı yayınladığımızda Bayern Münich kulübünden bir tepki bekledik. Ama şarkı yayınlandıktan bir gün sonra televizyonda Bayernli futbolcuların Die Toten Hosen CD’lerini, plaklarını çöpe attığını gördük! Ardından, Bayern taraftarları bunun intikamını alacaklarını açıkladılar. O yüzden bir sonraki turnemizde konserlerimizde güvenlik önlemleri üst seviyedeydi. Sonunda birkaç ufak olay haricinde tehlikeli şeyler yaşamadık. Bir de Münih’te çok sayıda 1860 München taraftarı var, onlar bizi desteklediler!

Peki bu şarkı gerçekten de Markus Babbel için mi yazıldı? (Markus Babbel, Bayern’de oynarken Manchester United’ın 5 milyon poundluk teklifini reddetmişti)

Hayır. O şarkıyı Bayern München için yazdık, takımın geneli için. Markus benim arkadaşımdır. O zamanlar tanışmıyorduk ama bir gün bir telefon geldi bana ve arayan Markus Babbel’di. Bana “biliyorsun önceden Bayern München’deydim, hiç sevmediğinizi biliyorum ama artık tuttuğun takım Liverpool’dayım” dedi, sonra da buluştuk. Ardından da iyi arkadaş olduk ve beni diğer Liverpool futbolcularıyla tanıştırdı.



“Atina ve Yunanistan benim için bitti”

Liverpool taraftarı olmanın sebebi yarı İngiliz olman mı?

Evet! Annem İngiliz, o yüzden ben Fortuna’dan çok Liverpool’u tutarım. Hatta, İstanbul benim için çok önemli bir şehir, çünkü 2005 yılında Milan’ı İstanbul’da yenip kupayı almıştı.

Geldin mi maça?

Tabi ki! Turne arasında özellikle o günü ve ertesi günü boş bıraktırmıştım. Maçın olduğu gün İstanbul’a geldim, havaalanından direkt stada geçtim. Geri dönüş için iki bilet almıştım, biri Almanya’ya, diğeri Liverpool’a. Eğer maçı kaybedersek ertesi gün İstanbul’u gezerim diye düşündüm, ama maçı kazanınca staddan çıkıp havaalanına gittim ve saat 6’da uçakla Liverpool’a gittim ve takımla kutlamalara katıldım. Hayatımın en güzel anlarından biridir, o yüzden İstanbul’a müteşekkirim. Aynı sebeple de bir daha Yunanistan’a gitmeyi düşünmüyorum. 2007’de Atina’da Milan’a yenilip kupayı kaybedince Atina ve Yunanistan benim için bitti!

1994’teki İstanbul konseri Dünya Kupası’nın açılış maçıyla aynı gündü. Almanya – Bolivya maçı vardı hatta.

Evet, öyle bir şey vardı ama ben yarı İngiliz olduğumdan Alman milli takımını hiç tutmadım. Andi ve Breiti Alman mili takım taraftarıdır ama fanatik değiller.

Fortuna Düsseldorf’un fanatik taraftarları ama?

Biz grup olarak doğduğun büyüdüğün yere ait olan şeyleri korumanın, desteklemenin gerekliliğine inanıyoruz. Breiti çocukluğundan beri Fortuna taraftarı. Ben normalde Liverpool taraftarı olmama rağmen Almanya’da Fortuna’yı desteklerim, çünkü orada doğdum, orada büyüdüm, o takımın bir parçasıyım. Bir ara takımın sponsoruyduk, yönetiminde yer aldık.



“Dennis Hopper ile bir hafta geçirmek muazzam bir şeydi”

Bir de Wim Wenders filmi olan Palermo Shooting’de oynadın. Nasıl gerçekleşti bu?

Bu filmle ilgili bir şey anlatmam lazım. İlk kez anlatıyorum, çok heyecanlıyım. Bir gün bir otelin resepsiyonunda çalışan bir kadın “beyefendi, siz aktör müsünüz” diye sordu. Ben de “tam olarak değil” dedim. O da “Palermo Shooting’de oynuyorsunuz ama değil mi?” diyince “evet” dedim. Ve koskoca dünyada bana bunu soran tek kişi ünvanını ona verdim!

Belki de hayatının en karanlık anı odur?


Hahhaha! Hayır tabi ki. Ama filmin çekimlerinde Sicilya’da çok güzel vakit geçirmiştik. Bir de film yüzünden Dennis Hopper ile bir hafta geçirmek muazzam bir şeydi. Hem önemli bir aktör hem de çok ilginç bir insan olduğundan onun yakınında olmak güzel bir şeydi benim için. Hatta, çekimler sırasında bir sabah uyandığımda “evet, çok şanslı bir insanım ve bu yüzden de mutluyum” dedim kendi kendime. Uzun süredir öyle hissetmemiştim.

Bize vakit ayırdığın için çok teşekkür ederim, ama son bir soru sormak isterim. Sizin şarkılarınızın bazıları benim için çok önemlidir, bu gece Wunsch Dir Was ve Wunder çalacak mısınız?

Wunsch Dir Was zaten Die Toten Hosen konserlerinin değişmez bir parçasıdır ama Wunder yok listede, zaten onu çok az çaldık. Hatta diyebilirim ki bu şarkıyı çalmamızı isteyen ilk kişi sensin!

O zaman o şarkı benim olsun! Tekrar teşekkürler.

Ben teşekkür ederim, konserde güzel vakit geçirmeni dilerim.

Öyle olacağına eminim zaten**!





* Die Toten Hosen 17 Haziran 1994 Cuma gecesi Goethe Institut ve İstanbul Üniversitesi Rock Kulübü’nün ortak çalışmasıyla Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda sahne almıştı.

** Hayatımda gittiğim en güzel konserdi!

NOT:  Bu röportaj 46 Dergisinin Kasım/Aralık 2010'da yayınlanan "Black Edition" sayısında yayınlanmıştır. O dergide bir de David Prowse (Darth Vader'in içindeki adam) röportajım var ama word halini bulamadım :(




4 Mart 2015 Çarşamba

I Love Rock'n'Roll!





Büyük ihtimalle ben de sizin gibi bu grubu Eurovision'a katılma ihtimalleri ortaya çıkınca tanıdım. Finlandiyalılar, adları Pertti Kurikan Nimipäivät ve 4 kişiden oluşuyor bu nefis punk rock grubu. En büyük özellikleri ise grubun down sendromlu ve otistik üyelerden oluşması.

Hani bizde evden bile çıkmalarına izin vermediğimiz, aramıza karışsınlar istemediğimiz down sendromlular, okullara almadığımız otistiklerden oluşan bir grup.

Bir askerlik arkadaşım var, özel eğitimci. Çok sık görüşemesek de biliyorum, idealist bir eğitimci, işini seviyor. Birkaç yıl önce buluştuğumuzda anlatmıştı. Avrupa Birliği uyum yasaları içerisinde bu tarz anormaliteleri olan çocukların eğitim masrafları devlet tarafından karşılanıyor diye. O yüzden her yerde türemiş bu özel eğitim merkezleri. 

Ama yine şark kurnazlığı burada da işliyor. Bu merkezlerin sahipleri, işletmecileri down sendromlu, otistik çocukların ailelerine gidip çocuklarını kendi merkezlerine kaydetmelerini sağlıyorlarmış. Ama şöyle bir şartla. Aileye çocuğunu bize kaydet ama okula getirmene gerek yok, devletten aldığımız paranın bir kısmını sana verelim diyorlarmış. Böylelikle bu çocukların ulaşım masrafını düşüp geri kalan parayı da cebe indiriyorlarmış. Ekonomik durumu iyi olmayan aileler de bunu kabul ediyormuş. Bu şark kunazlarına mı kızayım? Ailelerine mi kızayım?





Finlandiya'da ise bırak down sendromlu ve otistik çocukları, yetişkinler için bile özel merkezler mevcutmuş. Sami, Kari, Petti ve Toni bu tarz bir kurum olan Lythy'de tanışmışlar. Bu kurumda otistik, down sendromlu ve benzeri sorunları olan yetişkinler tiyatro, resim, müzik gibi kültürel faliyetlerde bulunuyormuş. Bizim kafadarlar birlikte müzik yapmaya karar vermişler ve gitaristleri Pertti yıllardır punk dinliyor diye punk yapmaya karar vermişler.

İlk duyduğumda Eurovision'a gönderiliyorlar diye pop punk tarzı bir şey yapıyorlar diye düşünmüştüm ama gel gör ki baya leş punk yapıyorlar. Hatta hiç çekinmeden diyebilirim ki GG Allin'in tarzına çok benziyor müzikleri.

İki gecedir fena halde takıldım bu adamların müziklerine. Hayatımın grubu Therapy?'nin yeni albümünden ilk video yayınlandı ama çok izleyemedim (sanırım 73 kez). İsimlerini kafadan yazmak çok zor diye bu adamlar diyorum kendilerine, bu adamlar hakkında yapılmış leziz de bir belgesel var, adı The Punk Syndrome. En kısa zamanda izleyeceğim.



Ben de yeni tanıyorum bu adamları ama baya takip edeceğim gibime geliyor, çünkü I LOVE ROCK'N'ROLL! Bu adamların birkaç röportaj videosuna denk geldim, onlarla veda ediyorum siz sevgili okuyucularıma.

Ayrıca grubun plak ve t-shirtlerini bu adresten alabilirsiniz: BU ADRES



22 Kasım 2014 Cumartesi

Hello Kitty!

Tren yolculuklarını çok severim, hele ki trende gece yolculuğunu. Fatih ekspresi ile gece binip sabah Ankara'ya kaç kere gittiğimi bilmem. Hala daha Ankara'ya otobüsle, uçakla gitmek bana ters gelir, Ankara'ya gitmiş gibi hissedemem kendimi.

İstanbul'dan Karamürsel'e otobüs olmasına rağmen trenle İzmit'e gidip minibüsle geçerdim Karamürsel'e, bazen de vapurla Hereke'ye geçip oradan trenle İstanbul'a giderdim. Nefis bir olaydır tren yolculuğu, o yüzden Sirkeci Halkalı arasındaki ve Haydarpaşa - Kartal arasındaki normalde tren rayı olması gereken yerleri boş gördüğümde moralim bozuluyor.



3 gün önce iş dolayısıyla önce Eskişehir'e, sonra da İzmir'e gitmem gerekti, o yüzden Pendik'ten hızlı tren ile Eskişehir'e geçtim. İkibuçuk saat süren yolculukta ortam çok modern olmasına rağmen birazcık olsun tren yolculuğunun tadını alabildim, biraz mutlu oldum. 

Eskişehir'deki işlerimi birkaç saatte bitirip gece 22.30'da İzmir'e giden trene bindim. Tam 12 saat sürdü yolculuk! Ama büyük keyif aldım. Trene binip yerime geçtiğimde yan koltuktaki teyze ile biraz sohbet ettik.

- İzmir'e mi evladım?
- İzmir'e teyze
- Okuyor musun?
- Okul biteli çok oldu, işle ilgili gidiyorum
- Aman işlerin iyi gitsin evladım

Yol boyunca her yeni binen yolcuya iyi dilekler diledi durdu Ege şiveli teyzem...  Daha sonra açtım bilgisayarı Emir Kusturica'nın Otac na službenom putu (Babam İş Gezisinde) filmini izledim, 18 yıl önce sinemada izlemiştim, leziz bir filmdir, tavsiye ederim.

Sonra uyudum. Tren çok kalabalık değildi, yanım boş olduğu için iki koltuğa yayılarak uyudum. Uyandığımda nerede olduğumuzu bilmiyordum ama bir istasyonda durmuştuk, penceremin dışındaki manzara nefisti, hemen fotoğrafını çekip patlattım instagrama.



Ardından şöyle etrafıma bakayım dedim ve o an bana çok komik gelen şeyi gördüm. Gece herkese iyilikler, güzellikler dileyen teyze uyurken ayakkabılarını çıkarmış, ayağında Hello Kitty çorabı var! Dayanamadım, çaktırmadan fotosunu çektim. Yüzü gözükmesin diye dikkat ettim.



Teyzeyi küçümsediğimden veya onunla alay etmek istediğimden yapmadım bunu, sadece gözüme çok şirin gözüktüğü için yaptım bunu... ama sonrasında yaptığımdan pişman oldum, silsem mi silmesem mi diye düşündüm durdum, en sonunda birazdan anlatacağım hikayesini anlatmak için o fotoyu instagramdan ve diğer sosyal medya ortamlarından silmemeye karar verdim.


Çok kötü bir özelliğim var, konsantrasyonumu başka bir şeyden ötürü kaybettim mi başladığım şeyi bitiremem. Bu bir film olsun, bir kitap olsun veya başka bir şey olsun, kesinlikle devamını getirmem için zaman gerekir.. müzik hariç! Albümleri bitiririm, onun yeri başka.

Tuna Kiremitçi'nin son romanı Sonun Geldi Sevgilim'i de tatilde okurken araya muhabbetler, goygoylar girdi, bitiremedim, halbuki çok sevdiğim Nick Hornby'nin tarzına çok yakın bir üslup vardı kitapta, ama dedim ya, konsantrasyon dağıldı mı tekrar toplayamıyorum. Hatta, Atlas ile Bulgaristan'a giderken yanıma aldım kitabı, uçakta okuyayım dedim ama sonra Tuna ön koltukta oturuyor, ayıp olmasın deyip çantaya geri koydum. 

Neyse, tren yolculukları kitap okumak için en uygun ortamdır diyerek kitabı kaldığım yerden okumaya başladım, kitabın kahramanı Devrim'in yeni manitası Gülbahar ile dertleştiği bölümü okurken karşıma az önce fotoğrafını koyduğum muhabbeti geldi. Devamı da böyle:

Tam o sırada çay kahve satan eleman geldi, kahve alırken adının sonradan Ümmü olduğunu öğrendiğim teyze ile göz göze geldim. 

- Çay içer misin teyzeciğim?
- İçerim evladım
- Teyzeme bir çay verir misin?

Teyze çantadan para çıkarmaya kalkıştı.

- Teyzeciğim, benim ikramım, koy çantanı yerine
- Bisküvi alacağım evladım, onu da ben ödeyeyim bari
- Tamam

Teyze bisküvisinin pakedini açtı, bana uzattı, birkaç tane aldım, kahve ile yerken kitabı kapattım, teyzeyle biraz sohbet edeyim bari dedim.

- Ankara'da ne yaptın teyze?
- Oğlumdaydım 2 haftadır. Arada bir gidiyorum, torunumu falan görüyorum.
- Ne iş yapıyor oğlun? 
- Kuyumcuda çalışıyor, aslında asker emeklisi.
- Nasıl? Oğlun emekli?
- Malulen emekli evladım, rahatsızlandı, aylarca Gata'da yattı. Emekli ettiler.
- Geçmiş olsun teyzeciğim.
- Sağol evladım. Bir oğlum daha var, o da Mersin'de, güvenlikçi.
- Çocukların uzakta yani.
- Bir kızım vardı, boşandıktan sonra bizle yaşıyordu ne güzel.

Ona ne oldu diye sormak istedim ama bir yarayı deşiyor olabilirim diyerek sormamak için tuttum kendimi. Kısa bir sessizlikten sonra

- Öldürüldü... 
- Başın sağolsun teyze.
- Sağol evladım. Adamın teki buna aşık olmuş, evlenme teklif etmiş, kabul etmemiş, bu da kızımı öldürdü.

Ne diyebilirim ki, kızını öldüren kişiden 'adam' diye bahsediyor. Ben olsam 'mnkdmnn çocuğu' falan diye bahsederdim.

- Gazetelere çok çıktı, Pınar Ünlüer, benim kızım işte.
- Denk gelmiş olabilirim teyzeciğim, çok üzüldüm
- Öldüren adama müebbet hapis verdiler ama kızım gitti, yok artık.

Hala 'adam' diyor, 'şerefsiz' falan bile demedi kadıncağız.

Telefonumun şarjı bitmek üzere, internetten bakmak istiyorum olaya ama şarj az ve İzmir'e varınca telefon lazım bana.

- Kızımın bir de oğlu vardı, öldükten sonra babaannesi aldı çocuğu, torunumu da göremiyorum. 
- ...  (konuşamıyorum lan! beni tanıyanlar inanmayacaklar ama evet, konuşamıyorum!)
- Çok özledim kızımı evladım... 2 yıl oluyor gideli
- Özlenmez mi teyzeciğim?
- Allah kimseye vermesin bu acıyı. 

Çantasını açtı, ilaç kutuları çıkardı

- Bak işte, bunlar benim sinir haplarım, her gün içiyorum, yoksa çoktan delirirdim. Zaten beynimden de ameliyat olmuştum, ondan hemen sonra öldü kızım.

Eşarbının sağ üst köşesini açtı, kafatasının sağ üst köşesi sanki biri ısırmış da koparmış gibiydi.

- Kocaman bir ur vardı kafamda, Ege Üniversitesindeki doktorlar ameliyatla aldılar. Çok iyi doktorlar onlar.

İçimden 'şu yolculuk bitsin' diyorum, ama sıkıldığımdan değil, o kadar acı hikayeler anlatıyor ki teyze, kuracak cümle bulamıyorum. Onu teselli etmeye kalkışamıyorum, o konuda hiç becerikli biri değilim. 

- Evladım, harçlığın var mı?
- Efendim teyze?
- Başka şehre gidiyorsun, harçlığın var mı?
- Var teyzeciğim, merak etme.
- Yoksa vereyim, seni evladım gibi sevdim.
- Sağol teyzeciğim, ben de sizi sevdim.
- Adın ne evladım?
- Erdem
- Ay ne güzel, tam sana layık bir isim, çok erdemli bir insansın sen.
- Sizin isminiz ne teyzeciğim?
- Ümmü
- Ne güzel. Ümmü Gülsüm gibi.
- Kim o?
- Şarkıcı, teyzeciğim. Eskilerden, Mısırlı.
- Benim de sesim güzeldir de günah, söylemiyorum artık şarkı. Yoksa çok güzel sanat müziği, halk müziği okurum ben.
- Söyle teyzeciğim, ne olacak? Ne günahı?
- Burada olmaz, insanlar uyuyor.
- Burada demedim teyzeciğim, şarkı söylemek niye günah olsun ki? Rahat rahat söyle.
- Arada kocamın, çocuklarımın yanında söylüyorum şarkı. Kocamın adı Zeki, adı gibidir. Ama biraz asabidir. Ama kızımız öldükten sonra o da sessizleşti biraz.

Yine aynı yere döndük. Ne güzel konu değişmişti. 

Kadının anlattıkları o kadar acıklı şeylerdi ki, aklıma Usual Suspects filminin finali geldi. Umarım trenden indikten sonra bu anlattıklarının hepsi olmasa da bir kısmı yalan çıkar da rahatlarım. Bir insan bu kadar acı çekmemeli ya. İstasyonda teyzeyi Bay Kobayashi'nin karşılaması için plaklarım hariç her şeyimi verirdim.

Tren en sonunda Alsancak istasyonuna geldi. Teyzenin bir sürü çantası, torbası vardı. Yardım ettim, birlikte indirdik hepsini trenden. O sırada beni istasyonda bekleyen arkadaşım Osman da geldi, o da yardım etti. Kocası gelene kadar teyzenin yanında bekledik. Uzaktan gördü kocasını, 'hah, geliyor' dedi. Elini öptük Ümmü teyzenin, yanından ayrıldık, yürürken kocası ile göz göze geldik. Tam da Ümmü teyzenin bahsettiği gibiydi. Yüzünde bir sert ifade var ama gözlerindeki hüzün bastırmış o sert ifadeyi. Bana çok güzel gözlerle bakıp selam verdi, teşekkür etti...

Osman'la istasyondan çıktık. Kahvaltı etmek için Kordon'da bir yere girdik. Masaya oturur oturmaz priz sordum, telefonu şarj etmek için. Osman'da mobil şarj aleti varmış, doluymuş, onu verdi, telefonu şarj etmeye başladım.

Bir süre sonra telefondan internete girip google'da Pınar Ünlüer ismini arattım, umarım Keyzer Soze gibi bir şeydir dedim içimden.


Malesef teyzenin anlattıkları doğruymuş. O orospu çocuğu Ümmü teyzenin güzel kızını öldürmüş. Bir süre sessiz kaldım, ama en çok ilgimi çeken olay da Tuna Kiremitçi'nin kitabında Gülbahar'ın 'ben sana sorun nasıl olur anlatayım' deyip de kendisinin ve çay bahçesinde çalışanların sorunlarını anlattığı sayfayı okuduktan hemen sonra bu olayları dinlemiş olmam.

Teyzeye hiç dert yanmadım ama o bana resmen sorunun nasıl olduğunu anlattı.

Bu hatıranın sonuna yazılacak şey değil ama bana gündelik dertleriyle gelene bu yazıyı bin kere okutacağım.

EDIT: Bu yazıyı yazıp paylaştıktan sonra google'da bu acı olayla ilgili haberleri okurken bir de buna denk geldim:  http://www.haber7.com/neler-oluyor-hayatta/haber/965793-annesi-olduruldu-babasi-da-engelli  Ümmü teyze bunu da anlatsaydı yolda, herhalde 'kamera nerde lan?' diye etrafa bakınırdım. Bizimkiler de dert mi lan?

3 Şubat 2014 Pazartesi

7,5 Ayda Devrialem


























7,5 Ayda Devrialem

Leman dergisinin çizerlerinden Mehmet Çağçağ'ı bilir misin? Daral ve Timsah en ünlü karakterleridir ama çizgileriyle anlattığı enteresan anıları ve hikayelerini çok severim. 15 yıl kadar önceydi, bir köyde geçen ve köylülerin teknolojiye uyumu ve uyumsuzluğunu anlattığı bir anısı vardı. En sonunda da şuna benzer bir cümle kurmuştu:

Batının 100 - 150 yılda geçirdiği sanayi devrimini, teknolojik gelişmeleri 25 - 30 yıla sığdırmak istersen olacağı budur işte..

Cümlesi tam olarak böyle değildi ama buna benzer bir şey ifade etmişti. Eğer ileride birileri 2013 yılı açısından Türkiye'yi özetlemek istese buna benzer bir cümle kurmak zorunda.

30 küsur yıldır yapmamız gereken şeyi yılın son 7,5 ayına sıkıştırınca cidden enteresan görüntüler çıkmaya başladı yalnız ve güzel ülkemizde. 11 Mayıs günü ülkenin en güneyindeki ilimiz Hatay'dan kötü haber geldi. O tarihten tam 2 hafta önce White Lion solisti Mike Tramp ile Hatay'da olduğum için çok etkilenmiştim olandan, çünkü 1 günlük ziyarette Hatay'a aşık olmuştum. Fırsat bulan herkes Hatay'ı ziyaret edip insan gibi yaşamak nasılmış, öğrenmeli bence.

Ve ardından Gezi Parkı… yıllarca efendi efendi oturan insanlar artık oturmamaya karar verdi ve artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Tabi, Türkiye dünyanın en sık gündem değiştiren ülkesi olduğu için Gezi'den sonra gündem de bir saniye yerinde durmadı ve 2013'ün ikinci yarısı bildiğin gürültülü geçti. Hadi biz bu ülkenin vatandaşıyız hem alışığız hem de anında adapte oluyoruz da dünyaya ne diyeceksin? Şu ülkenin 7,5 ayda yaşadığını İsviçre, Norveç gibi bir ülkede uygulasan akıl hastaneleri dolar taşardı. Biz ise gündelik hayatımıza devam ettiğimiz gibi yeni gündeme de ayak uyduruyoruz.

Eskiden memleket Anathema gibi depresif bir yapıdayken şimdi ise bildiğin Napalm Death olduk! Yıllarca eleştirilen gençler bilgisayar başından kalkıp bilgisayar oyunlarındaki, fantazi filmlerindeki karakterlere dönüştüler. Belki de o yüzden 2013'te Deafheaven ve Oathbreaker gibi genç ve gürültülü grupları keyifle dinledim. Ha, biz yaşlılar da fena değildik hani! Onun da etkisiyle Warlord, Suicidal Tendencies, Voivod, Carcass gibi grupların son albümleri ilaç geldi benim bünyeye. Aradaki nesil de gündüz takım elbise, gece gaz maskeleri ile Volbeat, Ghost gibi grupları gazladılar beynime.

Bakalım 2014'te neler yaşayacağız? Bir şeyler düzelir de nefes alırız umarım.

Ama ne olursa olsun 2013 yılı Türkiye için çok önemli bir yıl olarak kalacak, özellikle de Gezi Parkı…. ulan hepimiz oradaydık be!

Not: Bu yazı HEADBANG dergisinin Ocak 2014 sayısında yayınlanmıştır. Ayrıca, artık HEADBANG dergisi bağımsız bir dergi, bütün ekibini tebrik ediyorum!

19 Ocak 2014 Pazar

Merhaba 2015

Lan olm en son Şubat'ta yazmışım buraya! Biriniz de haber vermiyor! Çok ayıp! Hoş, sevgili Özlem Kumrular da olmasa blogum olduğunu ona bir şeyler yazmam gerektiğini hatırlamayacağım. Neyse, belki yeni yılda bir şeyler yaparım da yazarım bol bol.

Son yazı yazdığımdan beri bir sürü enteresan şeyler yaşadım.

Mart'ın sonlarında Bosnalı kankalar DUBIOZA KOLEKTIV ile takıldık, Bronx'ta enfes bir konser verdiler.








Gençler bu konserden hemen sonra Apsurdistan adlı albümlerini yayınladılar. Birbirinden enfes şarkılar olan bu albümü grubun websitesinden beleşe indiragandi yapabiliyorsunuz. Aslında grubun albümden çıkan ilk klip Kazu adlı şarkı için ama son dönemde ben bunun hastası olduğum için bu şarkıyı paylaşıyorum:




Nisan ayında önce güzel insan Dave Lombardo'nun yeni grubu PHILM'in konseri oldu. Çok apar topar bir organizasyon olsa da Roxy'yi dolduranlar enfes bir gece geçirdiler.











Kimse o konserden video çekmemiş galiba, o sebeple gençlerin bir videoklibini paylaşayım bari:



Bu konserin hemen ardından WHITE LION solisti Mike Tramp ile enteresan bir Türkiye turnesi yaptık. Enteresan diyorum, zira hiç görmediğim şehirlere gittim. Turne boyunca İstanbul, Samsun, Diyarbakır, Edirne, Hatay ve Ankara'da konserler verdi Mike Tramp, en çok Hatay'ı sevdim. Her kenarından tarih akıyor şehrin. 

Sonrasında da Joe Satriani konseri vardı, Joe abi ve ekibiyle 3 güzel gün geçirdik, leziz bir ekipti.




... ve ardından hayatımızın en güzel günleri geldi. Gezi'den bahsediyorum, konuyla ilgili olarak Headbang dergisinin Ocak 2014 sayısına bir şeyler yazdım. Enteresan günlerdi, hala daha enteresan şeyler yaşıyoruz. Çok klişe olacak ama artık hiçbir şey eskisi gibi değil.







Ağustos ayında hayatımdaki en entersan işlerden birini yaptım. Ergenlik döneminde hastası olduğumuz Samantha Fox'un Kıbrıs konserini düzenledik. Cidden çok bombastik bir mevzuydu. Ablanın sahne performansı çok iyiydi.


Eylül ayında yine ayrı enteresan bir projede görev aldım. Music Bank in Istanbul adlı bu etkinlikte 6 ayrı K-Pop grubu ve şarkıcısı sahne aldı. Kim gelir bu konsere demeyin! 10.000 kişi vardı ve içeride halı sahada maç yapacak sayıda erkek yoktu! Yaş ortalaması 14-18 arasından dolaşan bu etkinlike gözüme çarpan diğer bir detay da seyircinin yaklaşık %30'unun başörtülü olmasıydı. Beatlesmania gibi çığlık çığlığa geçen etkinlikten Ailee'nin performansını paylaşayım.



Kasım ayında ise aylardır konserini düzenlemeye uğraştığım Evgeny Grinko'nun konserini düzenledim. Piyano, gitar, davul çalan Evgeny'ye sahnede küçük bir oda orkestrası eşlik etti. Hem ekibiyle hem de kendisiyle güzel vakit geçirdim. Zeki Müren hayranı yaptım kendisini. Hiç reklam yapmadığımız konser kapalı gişe oldu, yakında tekrar izleriz kendisini ülkemizde.



Bundan sonrasını 2014'e hazırlanarak geçirdim, seneye de böyle bir özet geçerim artık. 2013'te dinlediklerimi de sonra anlatırım artık.

Kalın sağlıcakla...